Prenses Başkadınefendi Emine Nazikedâ Marshan

public profile

Is your surname Marshan?

Connect to 14 Marshan profiles on Geni

Prenses Başkadınefendi Emine Nazikedâ Marshan's Geni Profile

Share your family tree and photos with the people you know and love

  • Build your family tree online
  • Share photos and videos
  • Smart Matching™ technology
  • Free!

Prenses Başkadınefendi Emine Nazikedâ Marshan

Also Known As: "Osmanoğlu"
Birthdate:
Birthplace: Kafkasya Abhazya Tsebelda Ottoman
Death: April 04, 1941 (74)
Maadi Neil Sarayı Kahire Mısır
Place of Burial: Kahire, Mısır Krallığı
Immediate Family:

Daughter of Tsebelda Prensi Hasan Bey Marshan and Adler Prensesi Fatima Aredba Aredba
Wife of 36. ve Son Sultanı CXV. İslam Halifesi VI. Mehmet, Vahidettin Osmanoğlu
Mother of Sultan Rukiye Sabiha Osmanoğlu; Sultan Fatma Ulviye Osmanoğlu; Sultan Fenire Sultan Osmanoğlu and Sultan Münire Osmanoğlu
Sister of Prens Abdülkadir Hasan Bey (Darien) Marshan; Prenses Nadia Marshany and Prenses Daryal Marshan

Managed by: Private User
Last Updated:

About Prenses Başkadınefendi Emine Nazikedâ Marshan

GEDCOM Note

Osmanlı’nın son imparatoriçesi ve Abhaz Prensesi Nazikedâ Kadınefendi’nin çileli hayatı ve üç defa defnedilmesinin öyküsü

Emine Nazikedâ Kadınefendi, son Osmanlı padişahı Sultan Vahidedin’in karısı ve imparatorluğun son “first lady”si idi. Hayattan 1941’de, sürgünde yaşadığı Kahire’de ayrıldı. Çileli bir hayat sürmüştü ve cenazesi de aynı çileye uğradı. Mezarı iki defa açıldı ve Kadınefendi 1961’de Osmanlı ailesine mensup 13 kişinin kemikleri ile beraber toplu bir mezara defnedildi. İşte, “son imparatoriçe”nin çileli hayatının ve geçen hafta torun çocukları ile beraber Kahire’de bir duvarın dibinde bulduğumuz tuğralı mezartaşının hikâyesi...

GEÇEN hafta hem Kahire Amerikan Üniversitesi tarafından yayınlanacak bir kitabım için görüşmeler yapmak, hem de Mısır Kraliyet Ailesi’nin bir mensubunun düğününe katılmak maksadıyla birkaç günlüğüne Kahire’ye gittim... Osmanlı ve Mısır Hanedanı’nın bazı mensupları ve yakın bir dost grubu ile yaptığımız seyahatte Kahire’nin ziyarete açık olmayan bazı mekânlarının yanısıra tarihî şahsiyetleri ile ailelerine ait özel türbelerini ve bazı toplu mezarları görebildik ve ziyaretlerden birinde Osmanlı İmparatorluğu’nun “son imparatoriçesi” Emine Nazikeda Kadınefendi’nin çileli mezarı ile bir duvarın dibinde Osmanlı armalı mezartaşını bulduk... SOHUM’DA DOĞDU Önce, Nazikedâ Kadınefendi’nin hayatını kısaca anlatayım: Sultan Vahideddin’in hanımı Emine Nazikedâ Kadınefendi, Osmanlı Devleti’nin son “Kadınefendi”si, yani son “imparatoriçesi” ve dört sene önce vefat eden Neslişah Osmanoğlu yani Neslişah Sultan ile iki kızkardeşinin, Hanzade ve Neclâ Sultanlar’ın anneannesi idi. Hayatının ilk dönemini refah içerisinde geçirmiş ama yaşlılığında acı bir sürgün yaşamıştı... Abhazlar’ın Marşan boyunun prensi Hasan Bey’in kızı Emine Nazikedâ, Karadeniz sahilinde yeralan ve şimdi Abhazya’nın başkenti olan Sohum’da 1869’da dünyaya geldi; çocuk yaşlarında iken babası tarafından İstanbul’a getirilerek saraya verildi. ÜLKE ÜLKE DOLAŞTI Abdülmecid’in kızlarından Cemile Sultan’ın sarayında ve sultanın gözetimi altında yetiştirilen Nazikedâ, 1885’te Şehzade Vahideddin Efendi ile evlendi, Ulviye ve Sabiha ismini verdikleri iki kızları oldu ve uzun seneler Vahideddin Efendi’nin Çengelköyü’ndeki köşkünde yaşadılar. Kocasının 1918’de tahta geçmesi ile “Kadınefendi” unvânını alan ve imparatorluğun “first lady” si olan Emine Nazikedâ, Sultan Vahideddin’in 17 Mayıs 1922’de Türkiye’yi terketmesinden sonra İstanbul’da kaldı, sıkıntılı günler geçirdi. Maiyeti ile beraber Yıldız Sarayı’ndan çıkartılarak Ortaköy’de şimdi Galatasaray Üniversitesi’nin kullandığı Feriye Sarayı’na gönderildi, burada perdesiz ve sobasız bir dairede yaşadı, unutuldukları için günlerce yemek yemedikleri oldu ve nihayet İtalya’nın San Remo kasabasına yerleşmiş olan kocası Sultan Vahideddin’in yanına gitti. Vahideddin’in 16 Mayıs 1926’da San Remo’da vefatının ardından Nazikedâ Kadınefendi’nin sürgününde yeni bir sayfa açıldı. Fransa’nın Nice şehrinde yaşayan kızı Sabiha Sultan ve ailesi ile yaşadı, bir müddet Fransa’nın İtalya sınırındaki Manton şehrine yerleşmiş olan diğer kızı Ulviye Sultan ile kaldı ve Sultan Vahideddin’in ailesi daha sonra Mısır’a nakledince, Nazikedâ Kadınefendi de onlarla beraber önce İskenderiye’ye, sonra da Kahire’ye yerleşti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun bahtsız son imparatoriçesi, hayatını 1941’de Kahire’nin Maadi semtinde noktaladı ama cenazesinin başına da büyük dertler geldi, mezarı iki defa taşındı ve ancak üçüncü yerinde kalabildi. 14 KİŞİ DEFNEDİLDİ Kadınefendi, ailenin sürgün günlerini Mısır’da geçiren mensupları için satın almış olduğu Kahire’nin Heliopolis semtindeki mezarlığa defnedilmişti. Sultan Abdülâziz’in kızı Saliha Sultan ile torunu Şehzade Nizameddin Efendi de burada yatıyorlardı. Daha sonra Sultan Vahideddin’in bir başka hanımından olan ve 1944’te genç yaşında vefat eden tek oğlu Şehzade Ertuğrul Efendi de aynı yere gömüldü ve mezar sayısı zamanla on dört oldu. Ancak, Cemal Albülnasır’ın Mısır’da 1952’de yaptığı ihtilâlin ardından Heliopolis’te geniş bir bulvar açılırken aile mezarlığı istimlâk edildi ve mezarlar Afifi semtindeki bir başka yere nakledildiler...

Ama, Kadınefendi’nin cenazesi burada sadece dokuz sene kalabildi ve 1961’de bu defa Helvan’a uzanan otobanın inşası sırasında mezarların tekrar nakli istendi. Kadınefendi ile beraber yatan diğer 17 kişinin kabri yeniden açıldı ve 27 Mayıs 1961’de, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın ailesine ait olan, yine Afîfî’de bulunan ve halkın “Kubbetü’l- Efendinâ” dediği büyük türbenin yanında bulunan kapalı ama harap vaziyetteki aile mezarlığına nakledilip bir lâhdin altına toplu olarak yerleştirildiler. Cenazelerin karışmaması için her bir kemik grubuna üzerlerinde isimleri yazılı 4x5 eb’adında birer bakır plâka konmuştu... Mezarların naklini yapanların aileye gönderdikleri mektuplarda Kadınefendi’nin cenazesinin bozulmadığı, nerede ise aynen kaldığı söyleniyor ve sadece kefeninin yenilendiği anlatılıyordu...

YAN YANA AİLE TÜRBELERİ Eski kabirlerdeki mezartaşları da Afifi’ye getirilmişti fakat cenazeler ayrı ayrı defnedilmedikleri için konacak yer bulunamadı ve taşlar iç kısımdaki duvarların dibine bırakıldılar... Geçen hafta yaptığım Kahire seyahatinin programında Kubbetü’l- Efendinâ’nın, yani Afifi’deki Hıdiv Kabristanı’nın ziyareti de vardı... Baba tarafından Mısır’ın son hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın, anneleri Neslişah Sultan tarafından da Sultan Vahideddin ile Halife Abdülmecid Efendi’nin torunları olan Prens Abbas Hilmi, kızkardeşi Prenses İkbal Moneim Saviç, Mısır kraliyet ailesinin bazı mensupları ve diğer dostlarımızla beraber önce mükemmel şekilde restore edilmiş olan Hıdiv ailesine ait türbeyi ziyaret ettik. Sonra, Kubbetü’l-Efendinâ’nın hemen yan tarafında bulunan ve Kadınefendi ile Osmanlı ailesine mensup on üç kişinin toplu mezarlarının yeraldığı diğer binaya geçtik.

BİZDE OLMAYAN TAŞLAR Mermer işçiliğinin mükemmel birer eseri olan Mısır Hanedanı’na mensup lâhitlerin bulunduğu ama maalesef harap vaziyetteki karanlık mekânda mevcudiyetlerini çok daha önceden işittiğim Osmanlılar’a ait mezartaşlarını bulmak istedim. Neslişah Sultan’ın kızı Prenses İkbal ve yine Sultan’ın torunu Prens Davud ile beraber cep telefonlarımızın ışığını kullanarak duvar diplerinde taşları aradık, önce Nazikedâ Kadınefendi’nin, Sultan Vahideddin’in eşi ve Abazalar’ın Marşan“ümerâ” yani “prenslik” ailesinden olduğunu gösteren mermer taşını, sonra da diğer taşları bulduk ve hayli şaşırdım! Zira, Mısır’da sürgünde can veren hanedan mensuplarının mezartaşları, İstanbul’dakilerden farklı idi: Ön yüzlerinin üst taraflarına Osmanlı arması işlenmişti, bazılarının arka kısmının yine üst tarafında da tuğralar vardı ve Türkiye’deki mezartaşları ile aralarındaki fark bu armalar ile tuğralar idi. Hem “Kubbetü’l-Efendinâ”da, hem de yanındaki binada bulunan ve hem mezartaşı, hem de “ölüm kültü” tarihimiz bakımından önemli ve farklı olan bu taşların fotoğraflarını daha sonra makale hâlinde yayınlayacağım ama şimdilik bahtsız “Son İmparatoriçe”nin bir türlü bitmek bilmeyen, ölümünden sonra da devam eden ve ailesi dışında pek kimselerin bilmediği çilesini anlatmak istedim... Murat Bardakçıoğlu

GEDCOM Note

BİR YAŞANMIŞLIK ÖYKÜSÜ NAZİKEDA (BAŞ KADIN EFENDİ)

FİRST LADY; MARŞAN NAZİKEDA BAŞ KADIN EFENDİ Feriyenin duvarlarında inceden bir Çerkes Mızıkası sesi duyuldu, son bir çığlık attı Mızıka ve iki adamın elleri arasında parçalandı. Kafkasya' dan ayrıldığından beri hiç yanından ayırmadığı, rahmetli annesinden kalan bir hatıraydı o Mızıka. Kapının kırılması ile bir anda büyük salona onlarca adam doluştu. Her yer alt üst edilmişti, yağma edilecek bir şey bulamayan kalabalık pencereleri örten elbiselere saldırdı. Kıyafetler de kapanın elinde kalınca adamlar üst katlara çıkmaya başladılar, elleri boş dönemezlerdi ya, mücevherler olmalıydı bir yerlerde. Bu hengamede, Feriyenin duvarlarında inceden bir Çerkes Mızıkası sesi duyuldu, son bir çığlık attı Mızıka ve iki adamın elleri arasında parçalandı. Kafkasya’ dan ayrıldığından beri hiç yanından ayırmadığı, rahmetli annesinden kalan bir hatıraydı o Mızıka. Oysa gece henüz başlamıştı, adamların parçalayacakları daha çok eşya ve kirletecekleri hatıralar olacaktı.

Feriye Köşkü tarihinin en acı saatlerini yaşıyor olmalıydı, üst kattaki salona sığınmış kızlar yaklaşan güruh karşısında o kadar savunmasızlardı ki; Allahım Canımızı Al da bizi bu adamların eline bırakma, diye dua ediyorlardı.

5 Mart 1924 gecesini hayatlarının sonuna kadar unutmadılar. O geceyi esas unutamayacak kişiyse, kızların önünde kendini kapıya siper etmiş dimdik ayakta durmaya çalışan 58 yaşında bir Kadınefendiydi. Az önce parçalanan Mızıkasından ağıt dolu nağmeler vardı dilinde; Söz vermiş olmalıydı, el sürdürmeyecekti kızlarına bu gece.

Halim, gençliğini hapishanelerde tüketmiş, Rumelinin başıbozuk yitiklerinden biriydi. Kime sataşsam diye gezinen, sonunda aradığını mutlaka bulan bir serseriydi. İttihatçıların parlak devrinde birçok faile imza atmış, Anadolu’da vazifesini ifa ettikten sonra İstanbul’a dönmüştü.

O gece yine Galata meyhanelerini zorlayacaktı zira çoktan alışmıştı bu İstanbul yokuşuna. Igor’ un meyhanesinde buldu kendini, birazdan sahneye çıkacak Rus kadına hastaydı, itiş kakış ve ön masada aldı yerini. Birden bir Beyefendi oturdu karşısına. Adam;

- Bize votka getir Igor Efendi, diye seslendi. Halim karşısına oturan traşlı muhallebi çocuğunu süzdü, hiç dayak yememiş, eli silah tutmamış bir zengin züppe olmalıydı bu. Adam destursuz konuşmaya başladı.

- A Kızancık, ömründe kazanmadığın serveti bu gece kazanmak ister misin? dedi usulca. Halim şaşkınlığını gizleyemedi, teklif ilgisini çekmişti. Sol eliyle Beyfendiyi boynundan kavradığı gibi duvara dayadı, şimdi sıra ondaydı.

- Öt hemen bre…Kimsin necisin, ne istersin benden? Feriye Sarayları – Galatasaray Üniversitesi ve Kabataş Erkek Lisesi

- Afiyetini isteriz, lakin vaktimiz dar; Bu gece Feriye Köşkü yağmalanacak, eğer erken davranırsan ordaki kızlar da mücevherleri de senin olur. Şimdi hemen yere indir beni, diye bağırdı.

Halim’in kafası iyice karışmıştı. Yağma mı diyordu bu züppe? Hem de İstanbul’un kalbinde meşhur bir Saray mı yağmalanacaktı. Bu işte bir terslik olmalıydı.

-Sana kimsin dedik be mori, canına mı susadın konuş; yoksa buracıkta alırım canını, dedi. Beyfendi sinsi bir yüz ifadesi ile eğilerek:

- ” Memleket Mevzu Bahis İse Gerisi Teferruattır, Halim Efendi ” diyebildi… Halim, bu tanıdık mesajı yeniden almanın memnuniyetiyle adamı bıraktığı gibi soluğu sokakta aldı. Nefes nefese koşuyordu, Tünel yokuşundan döndüğündeGalata’dan inen bir serseri grubu ile karşılaştı, kalabalık onu da içine alıp Beşiktaş’a doğru yöneldi.

Feriye yolu açıktı artık. Kadınefendi, köşkün ikinci katında bulunan boş dairesinde eski bir iskembenin üzerine oturmuş teselliyi Mızıkasında arıyordu.

Saraydaki tüm eşyalar onlar gelmeden toplatılıp Ankara’ya götürülmüştü. Kimbilir artık hangi hanedanın sarayını süsleyecekti. Koca sarayda eski dolaplar, masa ve iskemleler dışında hiç bir şey bırakılmamıştı. Kıyafetler ile kapatılan pencereler ve yerde eşyaları üzerinde yatan kadınları ile Hayalet bir Saray’ dı artık Feriye.

Titredi bir an ve dert ortağım dercesine sarıldı yine Mızıkasına. Gözüne Boğazdan geçen bir gemi takıldı, kendisi de 1876 senesinde böyle bir gemi ile gelmişti Abhazyadan. O an acı bir tebessüm yansıdı cama.

Kadınefendi, 1866 senesinde Abhazya Tsebelda’da dünyaya gelmişti. Babası Tsebelda Prensi Marşan Hasan Bey, annesi de Adler Prensesi Fatima Aredba idi. Marşan Hasan Bey 1876 senesinde bir karar verdi, yaklaşan 93 Harbi öncesinde üç kızını, yeğenlerini ve dadılarını da alarak İstanbul’a götürecekti.

Rusların Çerkesya’da yaptığı katliamlara Abhazya bölgesinde de devam edeceğine emindi sanki. Savaş bittiğinde eğer hala hayatta olursam gidip kızlarımı getireceğim, söz dedi. Prenses Aredba çaresizce ağlamaktan bitap düşmüştü sonunda o da tükendi, sustu.

Sohum limanında demirli Odessa isimli gemi son yolcularının gelmesini bekliyordu. Ortalık tam bir can pazarıydı, kendileri gibi bir çok asil Abhaz ailesinin çocukları da onlara eşlik edecekti. Parası olmayanlar da hiç olmazsa çocuklarını bu gemideki asilzadelerin yanına vermek için yalvarıyorlardı. Abhazya’ ya yaklaşmakta olan büyük felaketten belki de tek kurtuluştu bu gemi.

Prenses Aredba kızlarıyla evde vedalaşmayı daha uygun bulmuştu, henüz 10 yaşındaki bu Abhaz kızı belki de ilk defa annesine böyle sarılmıştı. Daha çok küçüktü, bir daha ailesini görebilecek miydi, bilmiyordu.

Prenses Aredba kızını susturdu, öptü bir daha öptü, doyamıyordu bir tanesine. Göz yaşları sel olmuştu, ona nasihatte bulunmak istedi ama ağlamaktan konuşamıyordu. Zor bir yolculuğa çıkacaklardı, iki kızkardeşi de ona emanetti. İstanbul’da onları nelerin beklediğini kimse bilmiyordu.

- Kama mı? diyebildi Abhaz kızı, Bu, Annesiyle son görüşmesiydi. İstanbul’a gelen Marşan Hasan Bey, kızlarını Cemile Sultan’ın Kandillideki sarayında kalan kızkardeşi Suzidil Hanım’a teslim etti ve Abhazya’ ya geri döndü. Çocukların başlarında dadıları Babuçe Hanım da vardı, artık gözü arkada kalmayacaktı. 10 yaşında Cemile Sultan’ ın sarayına adım atan bu Abhaz kızına hemen yeni bir isim verdiler, artık o ” Nazikeda ” idi. 1878, Nazikeda için de kara bir sene olarak hatırlanacaktı, 93 Harbi sonunda bitmiş Abhazya da tamamen işgal edilmişti. Nazikeda ailesini merak ediyordu, ne olmuştu, ne zaman gelecekti babası onları almaya?

Oysa Babuçe aldığı haberi uzun süre Nazikeda’ ya nasıl vereceğini bilememiş, koca saraya sığmamıştı. Onu bağrına bastığı bir anda; - Nazikeda dinle kızım, artık bugünden sonra Annen de Baban da benim…diyebilmişti koca kadın. Marşan Prensi Hasan Bey ve Adler Prensesi Fatima Aredba 93 Harbinde Ruslar tarafından şehid edilmişlerdi. Nazikeda 12 yaşında, dilini dahi bilmediği bu ülkede, bir anda yetim ve öksüz kalmıştı.

Cemile Sultan kızı gibi baktı Sarayında büyüttüğü bu Abhaz kızına, öz kızı Fatma vefat ettiğinde teselliyi Nazikeda’ da buldu. Ağabeyi Şehzade Vahideddin Efendinin sıklaşan ziyaretlerine önce kimse anlam veremediyse de sonunda mesele anlaşıldı.

Şehzade Vahideddin Kandilli Sarayının bahçesinde gördüğü Nazikeda’ ya aşık olmuştu ve Ablası Cemile Sultan’dan Nazikeda’ yı istedi. “Sana verecek kızım yoktur”, cevabını alınca şaşırmış ama vazgeçmemişti sevdasından.

Sultan Abdülmecid’den olma, Çerkes Gülistu Kadınefendi’ den doğma bu şehzade 1861 senesinde İstanbulda doğmuştu. Anne ve babasını küçük yaşlarında kaybedince, çocukluğunu Çerkes Şayeste Hanımın yanında ve ağabeyi II.Abdülhamid’ in korumasında geçirdi. Sarayda Çerkeslerin arasında büyüyen bu çelimsiz Şehzadenin ilerde Osmanlı Devletinin son Sultan’ ı olabileceğini ise kimse tahmin etmiyordu.

Şehzade Vahideddin bu Abhaz kızı için bir sene gitti geldi Kandilli Sarayına. Sonunda 18 Haziran 1885 tarihinde Ortaköy’ de bulunan Feriye Köşkünde Sultan II.Abdülhamid tarafından tertiplenen muhteşem bir törenle nikahlandılar. 3 kız çocuk dünyaya getirdi Nazikeda; Fenire, Fatma Ulviye ve Rukiye Sabiha Sultan. Şehzade Vahideddin, 3 Temmuz 1918′ de, 57 yaşında Osmanlı tahtına çıktı;

Marşan Emine Nazikeda, Osmanlı Devleti’ nin son Başkadınefendisiydi artık. Aslında ateşten bir gömlek giydiklerini, tahta geçer geçmez anladılar. 8 Ekim 1918′de İttihat ve Terakki kabinesi istifa etti, Harbiye Nazırı Enver Paşa da diğer İttihatçılar ile birlikte yurt dışına kaçmıştı. Nihayetinde 30 Ekim 1918′de Mondoros Mütarekesi imzalandı, savaş sona erdi. Sultan Vahideddin tahta çıkışının üçüncü ayında Osmanlı Devleti fiilen sona ermiş, Saray başlarına çökmüştü.

Kadınefendi, bunları düşünürken dışarıdan gelen bağırışmalar ile kendine geldi, pencereden bitişik sarayı görebiliyordu. Onlarca adam Şehzade Seyfeddin Efendi’ nin hanesini yağmalıyordu, üstelik bu soygun polis ve bekçilerin himayesinde gerçekleşiyordu.

Kadınefendi hemen kendini toparladı ve kızlara seslenerek herkesin üst kattaki salonda toplanmasını istedi. Tüm kızlar pencerelerden bu dehşet yağmayı izliyordu. Adamlardan biri, yağmalayacak eşya bulamamış olsa, kolundan tuttuğu bir Analığı sürüyerek saraydan çıkarttı. Kadın bir yandan örtüsünü toparlamaya çalışıyor bir yandan da adama onu bırakması için yalvarıyordu. Kimse müdahale etmedi; Adam bahçe kapısından çıkarken Analık bekçilerden son bir aman diledi ama sesini kimseye duyuramadı, biraz sonra karanlık yokuşta kayboldular. 5 Mart 1924′ün bu soğuk gecesinde herkes kör, herkes sağır olacaktı.

Kadınefendi bu Analığın kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yoksa bu, emektar nedime Çerkes Gülfide Kadın mıydı. Çoktan 50′ li yaşlarını geçmiş bu zavallı kadından ne istemişlerdi. Kadınefendi maiyetindeki kızlara şöyle bir baktı, analığa göz koyan bu serseriler, güzeller güzeli kızlarına neler yapmazdı ki.

Hepsine birden bağırdı; - “Korkmayın, kendinize gelin; Buraya Haremimize giremezler, hem ben ölmedim daha. Allahım şahid olsun ki kimse size el süremeyecek. Hemen mücevherlerinizi saklayın, örtünün ve büyük salona çıkın” diyerek kızları teskin etmeye çalıştı ama kimbilir kendi içinde ne fırtınalar kopuyordu.

Kızlar, nedimeler, dadılar zamanında kendilerine ihsan edilmiş değerli ne varsa saklamaya başladılar. Kimi saçındaki topuza kimi iç eteklerine kimi de ayakkabılarının içine koyuyordu. Kıymetli hiç bir şeyi olmayanlar da en güzel kızları örtmekle, gözlerindeki sürmeleri silmeyle uğraşıyordu.

Kadınefendi, Feriye köşkündeki bekçilerin başı Şükrü Efendiye bağırdı, ona sesini duyurmaya çalıştı, fakat bu çabası nafileydi. Zamanında mektuplaşmalarına dahi izin vermeyen, saray etrafında kuş uçurtmayan bu vazife eri putlaşmış kulübesinden başını çıkartmıyordu bile, diğer bekçiler ise çoktan ortadan kaybolmuştu.

O anda Beşiktaş yönünden yeni bir kalabalık güruh Feriye Sarayına doğru yöneldi. Şükrü Bey nihayet kulübesinden çıktı, emektar bekçi hayatının en uzun yolunu yürüyor olmalıydı. Bahçe kapısının önünde durdu, cebindeki anahtarları ararken son kez Feriye’ ye döndü, o an pencerede dikilmiş ona bakan Kadınefendi ile gözgöze geldi.

Ne yapıyorsun, neden yapıyorsun diyordu sanki. Bekçinin dili tutulmuştu, O bakışları hayatının sonuna kadar da unutamadı.Sonunda kendi elleriyle sarayın dış kapılarını açarak onları içeri aldı, Saray’ ın bahçesine dolan adamlardan birinin omuz darbesiyle de yere yığıldı. Bu olay karşısında Kadınefendi belki de ilk defa ürperdi, hemen salonun kapısını kapatıp kendilerini içerden kitledi.

Halim, yaşlı bekçiyi devirdikten sonra hızla Saray’a yöneldi, bir omuz darbesiyle de ana kapıyı kırıp içeri girdi. Büyük salonda buldu kendini, etrafına bakındı derin bir nefes aldı, artık Feriye’ nin sahibi sayılırdı. Ne aradığını çok iyi biliyordu, etrafındaki adamlar masa sandalye kapma derdine düşmüştü bile. İlk kattaki odaları hızla geçti kimseler yoktu, peki kızlar nereye saklanmıştı.

Adamların bağırmaları ayak seslerine karışmıştı, Feriye başlarına yıkılacakmışcasına çalkalanıyordu. Üst kattaki salonda kızlar birbirine kenetlenmiş, nefeslerini tutmuş dua ediyorlardı. O sırada ikinci kattan bir Mızıka sesi duyuldu, Kadınefendi; - Eyvahlar olsun, bu Annemin Mızıkası! Diyebildi. Son bir çığlık attı Mızıka ve iki adamın elleri arasında parçalandı. Kadınefendinin gözünden yaşlar indi, fakat hemen kendini toparladı. Vakit acziyet içinde oturup ağlama zamanı değildi, birazdan kapısına dayanacak adamlar karşısında ağlayan bir kadın olarak duramazdı. Hemen kapının kenarında duran eşyalarını karıştırmaya başladı, tüm kızlar onu izliyordu; Kadınefendi ne arıyordu acaba. Sonunda kıyafetleri arasında buldu en değerli mücevherini ve belindeki kuşağına soktu; Bu, seneler önce annesinin ona verdiği Gümüş Kabzalı Kamaydı. Önce Allah’a sonra da bu Kama’ya emanetsin dememiş miydi annesi, demek ki vakit gelmişti.

Halim hazinenin kokusunu almış olacak merdivenlerde buldu kendini, şöyle bir baktı ne kadar da çok basamak vardı önünde. Attıkça adımlar büyüdü, uzadı sanki merdiven, Kalbi hiç olmadığı kadar hızlıca atmaya başlamış, kulakları uğulduyordu artık. Bu gece yine çok mu kaçırmıştım votkayı diye düşünürken büyük oymalı kapının önünde buldu kendini.

Ah yıkılası kapı, yıkılası talihim diyor olmalıydı ikisi de. Halim üzerine çöken ağırlıktan olsa kapıya usulca yanaştı, ne muhteşem bir kapıydı bu, yavaşça oymaların üzerinde gezdirdi parmaklarını ve kulbu sıkıca kavradı. O sıra adamlar doluştu arkasında, Sarayda kilitli kalan bu tek odayı da yağmalamak üzere bekliyorlardı. Halim kilitli kapıyı bir omuz darbesiyle yıktı yere, kendi de dizleri üzerine yere kapaklanmıştı.

Adamlar da peşinden salona doluştular. Kalkan toz dan sonra gördükleri manzara; siyah saray elbisesi içinde beyaz örtüsü ile dimdik ayakta duran 58 yaşında bir Kadınefendi ve arkasına sığınmış yirmi küsür genç kız ve kadındı.

Halim ve Kadınefendi 5 Mart 1924 gecesinde Feriye Sarayının üst salonunda karşı karşıyaydı artık. Biri Kafkasyadan diğeri Rumelinden iki yabancı Feriye’nin çatısı altında bir araya gelmişti. Kadınefendi, arkasında yere sinmiş kızlarının önüne kendini atmış adeta Halim’e meydan okuyordu. ‘ Önce beni ezip geçeceksin’ diyordu. Sol kolunu kaldırmış eliyle dışarıyı işaret ediyor, sağ eliyle de belindeki kuşağında sıkıca bir şey tutuyordu. Kadınefendinin öyle bir duruşu vardı ki, Halim afallamış ne diyeceğini ne yapacağını bilememişti. Kadınefendi;

- “Çabuk burayı terk edin” diye bağırıp kapıyı gösterdi. Halim nihayet ayağa kalktı; - “Sus be kadın, canından mı olmak istiyorsun sen”, deyip belindeki bıçağı ani bir hareket ile çekip Kadınefendi’ye yanaştı. Belli ki Kadınefendinin belinde sıkıca muhafaza etmeye çalıştığı mücevherini almak istiyordu. Bir adım mesafe kalmıştı aralarında, Kadınefendi yüz ifadesini ve duruşunu hiç bozmadan:

- “Eğer bu bıçağı kullanırsanız, canımı alabilirsiniz fakat lanetim ebediyyen baki kalır; Bir Halife Sultanın haremini öldürmüş olursunuz, bunun bedelini ödemeye hazırsanız, Davranın!” diye Halim’in üzerine yürüdü. Kadınefendi bu sefer daha da yüksek bir sesle:

-”Şimdi burayı hemen terk edin!” diye bağırdı hepsine. Bre Halim, bu bıçak kaç yiğidi devirdi yere, kaç adam can verdi ellerinde.

Davran, bildir haddini bu Kadınefendiye! Halim hayatında ilk kez dinlemedi bu sesi, bıçağı kana bulanmadan koydu iç cebine. Salonun kapısından çıkarken bir ses yankılandı Feriyenin duvarlarında, Kadınefendinin tam önünde gümüş bir Kama yatıyordu yerde.

Adamların gölgesi merdivenlerde kaybolurken, Bir asil kadın, Bir ”Nazik Eda” yıkılıverdi can yoldaşı Kamanın dibine.

view all

Prenses Başkadınefendi Emine Nazikedâ Marshan's Timeline

1866
October 9, 1866
Kafkasya Abhazya Tsebelda Ottoman
1888
1888
1888
1892
September 12, 1892
İstanbul Ortaköy Sarayı Ottoman
1894
March 19, 1894
Ortaköy Sarayı İstanbul Ottoman
1941
April 4, 1941
Age 74
Maadi Neil Sarayı Kahire Mısır
April 4, 1941
Age 74
Kahire, Mısır Krallığı